Kadın Cinayetleri ve Cinsel Suçlarla Mücadele
(Hukukihaber.net internet sitesinde yayımlanan 19.02.2015 tarihli röportajımız)
Türkiye’de kadın cinayetlerinin sayısı her geçen gün daha da artıyor. Cezaların caydırıcılığı noktasındaki tartışmalar, üniversite öğrencisi Özgecan’ın canice öldürülmesinin ardından ayyuka çıkmış durumda… Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Evet, maalesef son dönemlerde ülkemizde birçok kadın cinayetine şahit olduk. Üst üste yaşadığımız bu olaylar toplumun her kesimini, hepimizi derinden üzdü ve etkiledi. Özellikle bir öğrenci kızımız Özgecan’ın canice, hunharca katledilmesi toplumumuzda çok büyük bir infiale yol açtı. Günlerdir yaşadığımız, konuştuğumuz bu olay hepimizin vicdanında, hafızasında kolay kolay kapanmayacak derin etkiler, izler bıraktı. Böyle bir olayın bizim toplumumuzda nasıl yaşanabildiğini, bu olayın nasıl bu şekilde gerçekleşebildiğini anlamak, kavrayabilmek gerçekten kolay değil. Bu olayların temel sebebinin anlaşılması, bu konudaki hassasiyetlerimizin daha da fazla artırılması, toplumumuzun ortak bir sorunu olarak kadın cinayetlerinin önüne geçilebilmesi için artık çok ciddi çalışmaların yapılması, somut ve kararlı adımların atılması gerekliliği bir kez daha ortaya çıkmış oldu.
Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki, kadın cinayetleri sadece yasal düzenlemelerle, ağır cezalarla önlenebilecek bir sorun değildir. Ne kadar ağır yaptırımlar öngörülürse öngörülsün, sorunun psikolojik, sosyolojik temelde ve en önemlisi eğitim temelinde mutlaka ele alınması gerekmektedir. Bir fiile ağır bir ceza öngörülmesi, caydırıcılık bakımından önemli ve etkili olsa da, o fiilin önlenmesi bakımından tek başına yeterli değildir. Burada yapılması gereken, suçun işlenmesinden sonra uygulanacak yaptırımlardan öte, daha o suç işlenmeden biz bu kişileri o suçları işlemekten nasıl alıkoyabiliriz, bu insanların o suçları işlemesini nasıl önleyebiliriz, bu sorulara yanıt verebilecek politikalar ve çözümler üretmektir.
Aynı olay idam tartışmalarını da beraberinde getirdi… İmza kampanyaları dahi başlatıldı. İdam ve hadım tartışmalarını hakkında neler söylemek istersiniz? İdam geri getirilmeli midir?
Bilindiği gibi, kimyasal hadım, kişinin tıbbi ilaçlarla testosteron hormonu salgılamasının azaltılmasını ve bu yolla cinsel isteğin ortadan kaldırılmasını sağlayan bir yöntem. Bu yöntem uygulandığında, kişi cinsel ilişkiye girme yeteneğini kaybetmemekle birlikte, cinsel ilişki başlatamamakta ya da cinsel haz hissedememektedir. Bu yöntem her ne kadar, cinsel suç faillerine uygulanacak alternatif bir yaptırım türü olarak dile getirilse de, çağdaş ceza hukukunun en önemli ilkelerinden biri olan insanilik ilkesi, suç teşkil eden insan davranışlarına karşılık insancıl yaptırımların öngörülmesini gerektirdiğinden, kimyasal hadımın doğrudan doğruya cinsel suç faillerine yönelik uygulanacak bir yaptırım olarak kabul edilmesi, insanilik ilkesine aykırıdır.
Bununla birlikte, bu yöntemin hukuk devleti ilkesi ve ceza hukukunun temel ilkelerine uygun bir şekilde belirli şartlar altında tatbiki de söz konusu edilebilir. Örneğin, işlenen cinsel suçun, kişideki psikolojik yahut biyolojik bir rahatsızlıktan meydana geldiği tespit edilmişse ve bu rahatsızlığın etkilerinin zayıflatılabilmesi için tıbben kimyasal kastrasyon gerekli görülüyorsa, belirli bir yaşın üzerindeki kişilere, rızalarına dayalı bir denetimli serbestlik tedbiri olarak kimyasal kastrasyonun tatbik edilmesi yöntemi benimsenebilir. Fakat, cerrahi kastrasyon, bireyin vücuduna geri dönülmez bir biçimde müdahale içerdiği için, bir suçun karşılığında ceza yahut güvenlik tedbiri olarak tatbik edilmesi, ceza hukukunun temel ilkeleri bakımından kabul edilemez.
“Ölüm Cezasını Savunmak Mümkün Değil”
İdam tartışmasına gelince, bu konu toplumda infial yaratan, toplum vicdanını derinden etkileyen çeşitli hadiselerde sürekli gündeme gelmekte ve idam cezasının hukuk sistemimize dahil edilmesi gerektiği yönünde düşünceler ileri sürülmektedir. Baştan ifade etmeliyim ki, bir ceza hukukçusu olarak, ölüm cezasının insancıl bir ceza olduğunu savunmak mümkün değildir. Çağdaş ceza hukukunda yaptırımların insancıl olması, adli hata halinde geri alınabilir, düzeltilebilir olması esastır. Ancak ölüm cezası bu özellikleri taşıyan bir yaptırım türü değildir.
Mevzuatımızda ölüm cezasının kaldırılması sonrasında, yerine öngörülen yaptırım ağırlaştırılmış müebbet hapistir. Türk Ceza Kanunu’nda karşılığında ağırlaştırılmış müebbet hapis öngörülen suç tipleri incelendiğinde; bunların içerisinde siyasi suçların ağırlık kazandığı görülecektir. Ülkemizde maalesef bu suçlarla irtibatlı geçmişte verilen ölüm cezası kararları ve infazları ile ilgili halen tartışmaların devam ettiği, toplumun hafızasında olumsuz etkiler bıraktığı düşünülürse, eminim ki, vatandaşlarımız o uygulamaların da tekrar yaşanmasını arzu etmemektedir.
Diğer taraftan ölüm cezasının ülkemizde kabul edilmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerimiz gereğince de mümkün değildir. Ülkemiz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış ve idam cezasının kaldırılmasını, idam cezasının uygulanamayacağını öngören “Ölüm Cezasının Kaldırılmasına Dair 6 Nolu Ek Protokol”ü onaylanmıştır. Böylelikle, Türkiye, tarafı olduğu uluslararası anlaşmaların bir gereği olarak idam cezasının kaldırıldığını ve bu cezanın uygulanmayacağını kabul etmiştir. Bu bakımdan idam cezasının hukuk sistemimiz içerisine yeniden dâhil edilmesinin mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Hukuki gerçekler böyle olmasına rağmen, sırf siyasi bir söylem gerçekleştirmek adına halkın vicdanında derin yaralar açan hadiseler sonrası bu cezayı gündeme getirmek doğru değildir. Öte yandan unutulmamalıdır ki, ölüm cezası yeniden düzenlense, gerçekleşen bu hadiselerde tatbik imkanı da yoktur. Çünkü aleyhe bir ceza yasasının geçmişe yürürlü uygulanması mümkün değildir.
Siyasilerin bu denli hassas bir konuya yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabi ki bu tür hassas konularda politikacıların soğukkanlı ve sağduyulu açıklamalar yapması gerekir. Toplumda hangi tartışmalar yapılırsa yapılsın, özellikle ölüm cezası gibi bir konuda sorumluluk sahibi kişiler, bilhassa siyasiler daha dikkatli açıklamalar yapmalıdır. Bu tür hassas konularda hukuk zemininden çıkılarak, daha çok popülist yaklaşımlar sergilenmesinin doğru bir yöntem olmadığını düşünüyorum.
Kadın cinayetlerinde faillere verilen ‘iyi hal’ indirimi de bir başka tartışma konusu… Takım elbise ile mahkemeye çıkan bir sanığın bu durumunu gözeterek cezanın miktarının değişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İyi hal indirimi olarak kamuoyuna yansıyan konu, aslında hukukumuzda cezanın bireyselleştirilmesi, suçlunun kişiliğine uydurulması vasıtalarından biri olarak TCK.’da kabul edilen “takdiri indirim nedenleri”nin bazı davalarda uygulanmasıyla medyanın gündemine taşınmıştır.
Takdiri indirim nedenlerinin ceza hukukunda kabul edilmesinin temel sebebi, cezaların bireyselleştirilmesi ve böylece cezanın failin kişiliğine uygun hale getirilmesi ihtiyacıdır. Yani aynı suçu işleyen kişilere aynı cezanın verilmesi her zaman adaletli, hakkaniyetli sonuçlara yol açmayabilir. Hem suçun işleniş biçimi, hem failin şahsi özellikleri, yaptırım yönünden hakkaniyetin sağlanması, cezanın amaçlarına ulaşabilmesi bakımından göz önünde bulundurulan hususlardır. Fiilin işlenişine ilişkin özellikler, temel cezanın tespitinde dikkate alınır ve bu yapılırken TCK.’nun 61 inci maddedeki sıra ve kriterler gözetilir. Failin kişiliği, geçmişi, duruşmadaki davranışları cezanın kişi üzerindeki olası etkileri gibi hususlar ise 62 nci madde kapsamında takdiri indirim nedenlerine konu edilir. Diğer bir ifadeyle, takdiri indirim nedenleri, fiilin işleniş şeklinden bağımsız olarak, tamamen bireyin kişisel özelliklerine, sosyal durumuna, fiil sonraki davranışlarına bakılarak uygulanan bir bireyselleştirme türüdür. Yasa koyucunun, yargılama sürecindeki davranışları 62 nci maddede örnek kabilinden zikretmesindeki amaç, failin pişmanlığını, adaletin tecellisine katkısını, yargılamanın düzenine uyumunu gösteren tavır ve hareketlerin cezanın bireyselleştirilmesi vasıtası olarak nazara alma yönündeki iradesidir. Dolayısıyla takdiri indirim nedenleri uygulanırken, kurumun amacına uygun şekilde hareket edilmesi gerekir.
Takdiri indirim nedenleri, şekli bazı kriterlere değil, hayatın içinden somut olgulara bağlı olarak uygulanmalıdır. Keyfiliğe kaçılacak tarzda, bu indirimin peşinen uygulanmasını kabul etmemek gerekir. Nitekim Yargıtay’ın bir kararında temas edilen olgu sorduğunuz soruya da yanıt içerebilir. Nitekim örneğin, Yargıtay 1.CD., 18.07.1986 tarih ve 1805/2470 sayılı kararında; altı yaşındaki mağdurun ırzına geçtikten sonra, delilleri ortadan kaldırmak için taşla kafasını ezerek, parçalayıp öldüren sanıklar hakkında takdiri hafifletici sebebin uygulanamayacağını isabetle belirtmiştir. Şu halde, hâkimin takdir yetkisi sınırsız değildir. Bütün kararlarda olduğu gibi, takdiri indirimin uygulanmasına veya uygulanmamasına ilişkin kararlar da gerekçeli olmalıdır. Bununla birlikte gösterilen gerekçe hak, adalet ve nasafet kuralları ile dosya içeriğine uygun düşmelidir. Sadece çocuk ve kadın cinayetlerinde değil, işlenen tüm suçlarda, sadece ve sadece hak edene, adaletin tesisine katkı sağlama düşüncesi ile bu indirim uygulanmalıdır. Yoksa, bir insanı katleden, acımasızca cinayet işleyen, ardından suç sonrası delilleri ortadan kaldırmak için, suçtan kurtulmak için insani değerlere sığmayacak, insan onuruna yaraşmayan davranışları gerçekleştiren bir kimsenin, sadece ve sadece kıyafeti düzgün gerekçesiyle, takdiri indirim uygulanması ne hakka, ne adalete, ne de hükmün konuluş gayesine uygundur.
‘Kadınların silahlanması’ tartışmaları da gündemdeki bir başka konu… Görüşleriniz nelerdir?
Hukukun egemen olduğu bir ülkede kişilerin kendi kendilerine hak araması, ihkak-ı hak kavramını gündeme getirir ve böyle bir durumun bir hukuk devletinde kabul edilebilmesi mümkün değildir. Esas olan, suç teşkil eden bir davranışa, hukuk düzeninin öngördüğü çerçevede devletin karşılık vermesidir. Ancak doğaldır ki, bir ülkenin polisinin, kolluk güçlerinin her işlenen suça anında müdahale etmesi mümkün değildir. Bu sebeple kişiler zaman zaman, kendilerine ya da başkalarına yönelik saldırılara karşı koymak durumunda kalabilir. Ceza hukukunda bu sebeple “meşru savunma” bir hukuka uygunluk sebebi olarak kabul edilmektedir. Böylelikle, polisin gerçekleşen bir olaya müdahale etme imkânının bulunmadığı durumlarda, kişiler mevcut bir saldırı karşısında kendilerini ya da başkalarını koruma içgüdüsüyle meşru savunmada bulunabilirler. Meşru savunma şartları dahilinde yapılan davranışlar suç teşkil etmez.
Kadınların silahlanması deyimi, biraz yanlış anlaşılmaya müsaittir. Silahlanma denilince, kadınların silah bulundurarak, bir tehlike ya da saldırı karşısında bunu alelade, ölçülülüğe riayet etmeden kullanabilecekleri bir ortamın sağlanması gibi bir algı oluşturmamak gerekir. Bir korunma aracı olarak herhangi bir vasıtanın ölçüsüz şekilde kullanılması, mağdur konumunda olan kişiyi bir anda fail durumuna getirebilir. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, sadece kadınlarımız özelinde değil toplumumuzu oluşturan tüm bireyler sokakta, herhangi bir yerde bir saldırı ile karşılaşabilirler ve kişilerin her zaman güvenli bir yerde olması, derhal yardım isteyebileceği bir yerde bulunması söz konusu olmayabilir. Böyle durumlarda kişiler, kendilerine yönelik saldırılara karşı “meşru savunma” çerçevesinde hareket edebilirler.
Toplumumuzda kadınların daha zayıf ve korumasız oldukları düşünüldüğünde, bunu belirli araçlarla dengelemeye çalışmaları anlaşılabilir bir durumdur. Yani eğer, kadınlarımız kendilerini belirli araçlarla daha iyi koruyabileceklerini, savunabileceklerini düşünüyorlarsa, bu araçları bulundurmaları makul karşılanabilir. Burada gözden kaçırmamamız ve dikkat etmemiz gereken husus, bu araçların hukukumuza göre bulundurulması yasak olan bir araç olmaması ve bu araçların sadece gerektiğinde savunma amaçlı olarak kullanılabilir olduğu bilincinin yerleştirilmesi gerekliliğidir. Ancak özellikle yukarıda temas ettiğimiz üzere, esas olanın suçla mücadelede devletin tekel yetkisine uygun politikalar üretmesidir.