Adalet ve Hukuk

A. Caner YENİDÜNYA
5 min readMay 1, 2023

Adalet, hakikat, iyi ve güzel gibi belirli bir insanın veya insanların sübjektif fikirlerinden bağımsız bizzat kendi üzerinde temellenmiş rasyonel ve salt bir değeri ifade eder (Gustav Radbruch, Hukukta Bilgelik Dolu Özlü Sözler (Çeviren: Vecdi Aral) İstanbul 2008, s.17). Adalet, bu özelliği ile tüm inanışlardan, kültürlerden bağımsız olarak insanlar tarafından doğal olarak kabul gören bir değer ölçüsüdür. Bu değer, hak ve haksızlık arasındaki mücadeleyi, kötülükle iyilik arasındaki ayırışmayı, doğrulukla yanlışlık arasındaki kopuşu ortaya koyar. Ancak tüm bu kavramlar, işin içerisine insan girdiğinde, birbirine karışır. Herkesin kötüsü ile herkesin iyisi arasında anlayış ve kavrayış farklılıkları mevcuttur. İnsanların hakkını elde ettiği, haksızlığın hakka üstün gelmediği bir oluş, adaletlidir. Adalet herkese hakkının verilmesidir. Ama taraflardan her biri elde ettiğinin ya da kendi isteğinin hak olduğunu ileri sürebilir. Burada altın bir kuraldan bahsedilir; “diğerlerine, diğerlerinin sana nasıl davranmasını istiyorsan öyle davran” (Kelsen, Hans, Adalet Nedir? (Çeviren: Ali Acar) TBB Dergisi, 2013, sayı:107, s.447), ancak “diğerleri nasıl davranmalıdır?” sorusunun cevabı yine bizi belirsiz bir varsayıma yöneltir, bu varsayımın cevabı da kurulu bulunan adil veya gayri adil bir toplum yapısının kurallarında gizlidir. Bu anlamda hak ve haksızlık noktasında adalet, hukuk kurallarının amacını oluşturur ve adalete yönelmeyen bir hukuk anlamını yitirir (Aral, Vecdi, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, 7. Baskı, İstanbul 2012, s.30, 31). Baumann’ın deyimiyle adaleti amaç edinmeyen bir hukuk sistemi, gevezelik ya da maskaralıktan öteye geçemez (Baumann, Jürgen, Einführung in die Rechtwissenschaft, München 1967, s.3, nakleden Aral, s.31).

“Hukuk, adalete yönelik iradedir” (Gustav Radbruch, Hukukta Bilgelik Dolu Özlü Sözler (Çeviren: Vecdi Aral) İstanbul 2008, s.3).

“… İnsan haklarını tanımlamak kolaydır; herkes kimseye zarar vermeyen şeyi yapma hakkına sahiptir. Bir şey için bir hakka ya da bir iddiaya sahip olmak basitçe, başka kimseye zarar vermeden, onu yapabilmek, onu alabilmek ya da onu kullanabilmek anlamına gelir… İnsanların kabiliyetleri farklı farklı olsa da hakları eşittir çünkü haklar kabiliyetlere değil, fakat hakkın ahlaki doğası nedeniyle, benzer bir nesnelleşme aşamasındaki aynı yaşama iradesinin kendisini herkeste izhar etmesine dayanır…” (Schopenhauer, Arthur, Hukuk Ahlak ve Siyaset Üzerine (Çeviren:Ahmet Aydoğan), Say Yayınları).

İnsanın davranışlarının sonuçlarını üstlenmesi, iradesinin sorumluluğunu taşıması da adaletin bir gereğidir. İnsan sorumluluk sahibi olursa, özgür olur. İçgüdülerinin, sadece kendi zevklerinin ve isteklerinin esiri bir kimse, sorumluluk taşımadığı takdirde, başkalarının haklarına zarar veren bir saldırgana dönüşür. Sorumluluk, insanın sınırlarını, erdemli davranışın anahtarını verir ve böylece birey özgürleşir. İnsanın davranışlarının sonuçlarını hesap etmesi, onların mesuliyetini yüklenmesi birey olmanın en belirgin özelliğidir. Adalet bir hakikat arayışıdır, bu arayış özgür bireyler tarafından gerçekleştirilebilir. Özgürlük ancak hoşgörünün hâkim olduğu, adaletli bir toplumda tam anlamıyla gerçekleşebilir.

“…İster öğrenimden geçmemiş, ister iyi bir öğrenimden geçmiş olsunlar, bütün yurttaşların eylemlerini yönlendiren haklılık ya da haksızlık düşüncesi ve kuralı, bir tartışma, bir sürtüşme işi değil, fiili bir sorundur.. Böylelikle yurttaşlar kendi güvenliklerini ancak ceza yasasına harfi harfine uyarak sağlayabilirler. Doğru olan da budur. Çünkü insanların toplum halinde yaşamalarının amacı budur. Ayrıca, yararlı olan da budur. Çünkü her yurttaş, böylelikle kötü bir eylemin sakıncalarını gerçekçi bir biçimde önceden kestirebilir. Bu sayede, yurttaşlar yasaları çiğnemezler; erdemin kutsal adını kullanarak kendi çıkarlarına ya da tutkularına tutsak olmuş düşüncelerine kendilerini bırakıverme zayıflığını göstermezler. Üstelik bu sayede bağımsızlık ruhunu da kazanmış olurlar..” (Beccaria, Cesare, Suçlar ve Cezalar Hakkında (1764), (Çeviren: Sami Selçuk) İmge Yayınları, s.38,39).

“İnsan hür olmazsa sorumluluğu da kalmaz. İnsanı sorumlu kılmak için, onu tekrar hürriyetlerine kavuşturmak gerekir…” (Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yayınları).

“… Şimdi hayata açılacaksın! Hislerinin değil, düşüncenin adamı olman lazım! .. Hiçbir şeyi kendimize keder yapmağa hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler için de ki.. Onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız… Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış!..” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur).

Tarih boyunca en büyük kötülüklerin “adalet” kavramının arkasına gizlenerek gerçekleştirildiği de bir gerçektir. Zira hakikatten uzaklaşıldığında hak ile haksızlık arasındaki çizgi belirsizleşir ve böylece en büyük haksızlıklar hakikat perdesi altındaki meşru gösterilebilir. Örneğin, Romalılar bütün istilalarını Fecialis isimli rahiplerinin tebliğleri ile önceden haklı ve meşru ilan ederlerdi (Voltaire, Cahil Filozof, İş Bankası Kültür Yayınları, s.45). Bu itibarla hakikat arayışı, hakikate ulaşma adaleti kavrama açısından da önemlidir.

Suç ve ceza ilişkisi de adalet noktasında tartışma alanları içerebilir. Cezanın kusurla orantılı olup olmaması, ölçülülük ilkesine uygun bulunup bulunmaması, yerine getiriliş tarzının insan onuru üzerindeki yansımaları, suçla orantısız bir karşılığı ve doğal olarak kötülüğü gündeme getirebilir. Hatta nihayette ideal olanın, adaletli yaklaşımın o suçun karşılığının o ceza olup olmadığı da tartışılabilir. Ancak kabul edilmelidir ki, özgür ve güvenli bir toplumun inşası, herkese hak ettiğinin verilmesi, bireylerin davranışlarının sorumluluğunu taşıması, toplumda kötülük yapanların, kötülüklerinin karşılığını çekecekleri konusunda bir inanca sahip bulunmasını gerektirir. Burada ahlaki-etik sorumluluklar ile hukuki sorumluluk kavramları çağdaş hukuk devletinde önemli bir eşik-ölçüttür.

Buna karşılık adalet, kötülüğe kötülükle karşılık verilmemesi, haksızlığa karşı çıkılmaması, kötülük yapanın affedilip hoşgörülmesi gibi bir anlayışı da yansıtabilir, Hz. İsa’nın öğretisinden hareket eden bu anlayış, her türlü toplumsal düzenin oldukça uzağındadır (Kelsen, Adalet Nedir?, s.442). Kötülüklerin karşılıksız kalması hatta hoşgörü, affetme, bağışlayıcılık gibi kavramların insana ait üstün erdemli özellikler olarak sunulması, yukarıda Kelsen’in tespitinde olduğu gibi, modern toplum açısından beklenen faydaları sağlamaktan uzaktır. Bu noktada, Tanrı ile insan arasındaki dinsel ilişki çerçevesinde, Tanrısal bir çözümü öneren “ilahi adalet” düşüncesi de bu dünyaya ait olmayan, yaşamda etkisi bulunmayan bir çözümü seçmek anlamına gelmektedir. İlahi kelimesi sözlükte “Tanrıyla ilgili olan, tanrısal” anlamına gelmekte, sıfat olarak “çok güzel, mükemmel” (Türk Dil Kurumu Sözlük) nitelemesini içermektedir. Bu açıdan bakıldığında insanlar karşılaştıkları pek çok kötülüğün, karşılıksız kaldığını gördüklerinde, inancın bir devamı olarak sorunun çözümsüzlüğünü kabullenmek yerine “bir gün ilahi adalet tecelli eder” diye umutlanmak kolaycılığına kapılabilirler. Hatta adaletsiz bir toplum sisteminin devamı için insanların bu tarz bir şartlandırmaya tabi tutulmasının kaçınılmaz olduğunu da gözden kaçırırlar. Keza böyle bir umudu hiç taşımayan -kendisince mantıklı olanlar da- sorunu ahiret inancı ile çözerek; “nasıl olsa günahlarının karşılığını Tanrı’nın huzurunda çeker” düşüncesi ile rahat ederler.

“… Fakat bilinmezin lezzeti gariptir..” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur).

“..Bize yol gösteren yıldızlar, mücadele ve umuttur. Ancak tek başına ne mücadele ne de umut vardır..” (Pablo Neruda, 1971 Nobel Edebiyat Ödülü Törenindeki Konuşmasından).

Halbuki kabulü gereken gerçek şudur: Bu dünyaya ait kötülükler, bu dünyada karşılığı yaşanmadığı, çekilmediği müddetçe, adalet gerçekleşmiş olmaz. Adalet, herkesin hakkını almasıdır. İnsan hakkını aldığında, bu hem dünyevi hem de ilahi bir oluştur. Çünkü hak, kökeninde bu dünyada da elde edilse, ilahi bir niteliğe sahiptir. Öte yandan insanoğlu, “iyilik ve kötülük”, “hak ve haksızlık” ölçeğinde, ancak adalete şahitlik ederse örnek alır, hayatı doğru anlamlandırabilir. Bu sebeple adalete şahitlik ettiğimiz ölçüde varız.

Görüldüğü üzere, “hak”, “haksızlık” ve “mücazat” kavramları gündeme geldiğinde seküler çözümler yerine, ilahi çözümlere yönelmek, toplum yaşamı açısından bir çıkmaza yol açmaktadır. Bu durum ahlaki-etik sorumluluk ile hukuki/nesnel sorumlulukların ve mücazatların birbirine karıştırılmasıdır. İlahi sorumluluk bu dünyaya ait olmadığı gibi, ilahi çözümler de bu dünyaya ait değildir ve bunu salık veren düşünceler gelecekteki kötülükleri engelleyecek örnekleri azaltır. Kötüler kötülük yapmaya, haksızlık hak görülmeye devam eder. Bu sebeple yaşadığı müddetçe bu dünyaya ait olan insan, bu dünyaya özgü adaleti gerçekleştirmeye gayret etmelidir.

Adaleti gerçekleştirmek, hakkı teslim etmek de her zaman kolay ve basit olmayacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” isimli romanında; “..Fenalığı kabul etmemek lazım. Haksızlığı her kabul ediş, daha büyüğünü doğuruyor. Bir nokta daha var. Haksızlığa hücum ederken yeni bir haksızlık yapmamak..” demek suretiyle bu zorluğa işaret etmiştir. Adalet, hukuk aracılığıyla, insanlığın ortak tecrübesinden doğan hukukun temel prensiplerinden ödün vermeden, haksızlık teşkil eden fiilin failine kusurla orantılı bir karşılık verilmesini gerekli kılar. Çünkü her zaman hak, haksızlıktan üstündür.

--

--

A. Caner YENİDÜNYA

Prof. Dr. , Hukuk, Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku, Kriminoloji, İnfaz Hukuku